31 Aralık 2015 Perşembe

KALBLERDE ÖYLE SIRLAR VAR Kİ!!!

İzâfetleri düşürmek ve dâvetten maksat hâsıl olduktan sonra, Rabba hamd ve teşbih ile bütün tabiî sıfatlardan Rahman sıfatlarına sığınmak kemâlin zirvesidir. Bu, ancak Hatem-i Risâlet (s.â.v.) de tam ifadesini bulmuştur. Haddi zâtında kalblerde öyle sırlar var ki ifşası haramdır. Allah daha iyi bilir.

Niyâzî Mısrî, İrfan Sofraları, s. 101.

CUMA GECENİZ CUMANIZ VE UMUTLARINIZ HAYIR OLSUN

CUMA GECENİZ CUMANIZ VE UMUTLARINIZ HAYIR OLSUN 

VARMISINIZ BU AKŞAM MEKKELİ YETİMİN YANINDA MUHAMMEDİYYE (s.a.v) DURUŞ DURALIM!!!
Kibriya (s.a.v) aşkında kaybolalım; küffara, zalimlere, nemrutun-firavunlarının torunlarına karşı, küresel baronlara inat; varlığımızın yeğane sebebi aşkların en güzeli mekkeli yetim NUR'un (s.a.v) nurunla NURlanalım..!
Aşkların en güzelin de; kaybolalım..
EY NEBİ (s.a.v) YA RASULÜLLAH (s.a.v) sana aşklarında, özlemlerinde sadık kalanların hanelerine-kalplerine teşrif eyle YA RASULALLAH! (s.a.v)
Teşrif eyle YA RASULALLAH!! (s.a.v)
Teşrif eyle Ya RASULALLAH!!! (s.a.v)

"Büyük kalplere göre uzaktakiler daima; yakındır."

☝️Selam olsun Mehdi (a.s)'ın ruhaniyetine.. Selam olsun Reis'e ve askerlerine.. Selam olsun..☝️

Bütün dostlarıma selam ve dua ile..

KONUŞMAKTAN HİÇ ÇEKİNMEZLER

İnsanların birçoğu nezaket kuralı gereği 
ağzı doluyken konuşmazlar; 
fakat kafaları boşken 
konuşmaktan hiç çekinmezler.

-Orson Welles-

TASAVVUF VE İLM-İ LEDÜNNİ

Tasavvuf ve İlm-i Ledünnî

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenab-ı Hakk’dan üç türlü ilim telakkî etmiştir. Birincisi, kendisi ile Allah -celle celâlühû- arasında mahfuzdur. Bu ilim, beşer idrakinin üzerinde olduğundan nâsa fâş olunmamıştır. Yalnız Allah Rasûlü’ne mahsus kalmıştır. Cebrail -aleyhisselâm-:

“Ya Rasûlallah! Ben senin hakîkatini idrak edebilsem, yanına gelemezdim.” buyurmuştur.

İkinci ilim, umuma âiddir. Bu, insanların idrak ve iktidarları ile kavranabilir bir seviyededir. Bütün insanlık alemi, bu kategorideki bilgilere îman ve amel ile mükelleftir. Bunun bir diğer adı da şerîattır.

Üçüncü ilim, bir kısım ehil zevata mahsusdur ki, o da tasavvuftur, zühddür, ihsan duygusuna vasıl olabilmektir. Yani bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu babda istîdâd ve kabiliyyeti kadar mes’ûliyyeti vardır. Kul, kendi selameti için bu istidadı inkişaf ettirmeğe mecburdur. Bu da, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfıyesi ile mümkündür.

A’la ve Şems sûresinde:

“Şüphesiz nefsini tezkiye edenler kurtuluşa erdi.” (14), (9)

Furkan 43:

“(Ey Peygamber!) Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Artık sen onlara vekil değilsin” buyuruluyor.

Taberânî’nin naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Yeryüzünde tapılan tanrılardan Allah’ın en çok buğz ettiği, heva ve hevestir.”

Ledünnî ilim ise, tasavvuf içinde manevi eğitim sonucu ulaşılan Hakk vergisi (vehbî) bir ilimdir. Kur’an-ı Kerîm’in pek çok ayet-i kerimesinde bu ilimden bahsedilmiş olması, bu hükmün delilidir. Musa -aleyhisselâm- ile ilgili olarak vâkî olan ilk vahiylerde bu gerçeğin işaretleri başlamıştır.

Hz. Musa -aleyhisselâm-, ailesiyle birlikte Medyen’den Mısır’a gidiyordu. Yolda, soğuk, yağmurlu, karanlık bir gecede çocukları oldu. Ateşe ve ışığa ihtiyaçları vardı. Uzakta bir ateş gördü. Aslında O’nun gördüğü bu ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işaret idi. Oradan bir kıvılcım alıp ateş yakmak ve bu suretle ailesini ve yeni doğan bebeğini ısıtmak istedi. Oraya vardığında kendisine Allah -celle celâlühû- tarafından:

“Ey Musa! Muhakkak ki; ben, evet ben, senin Rabbinim! Hemen nalinlerini çıkar! Çünkü sen mukaddes Tuva vadîsindesin!..” (Taha, 11-12) buyuruldu.

Müfessirler, “Nalinlerini çıkar!” ifadesine farklı îzâhlar getirip işari manalar vermişlerdir. Bunlar ez-cümle Kuşeyri, Letaifü’l-İşarat ve Rûhu’l-Beyan’da şu şekilde açıklanır:

“İki nalin”, dünya ve ahiret’i temsil etmektedir:

“Kalbi, dünya ve ahiret ile ilgili meşguliyetlerden boşalt! Hakk için her şeyden tecerrüd edip sıyrıl ve Allah’ın marifet ve müşahedesinde yok olmağa bak!” Diğer bir ifadede:

“Sen tabiat ve nefsden sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeği bırak, gel!”

“Delilin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahede ve ıyândan, yani göz ile gördükten sonra bunların faydası yoktur.”

Bu sebeple Şeyh Şibiî, Allah’a vasıl olduktan sonra bütün kitaplarını yakmıştır.

Hz. Musa -aleyhisselâm-, Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de Benî İsrail kavminin gözü önünde boğulmasından sonra kavmini topladı. Onlara çok fasih, beliğ, heyecanlı vaazlar verdi. Kavmi, Hz. Musa’nın ilim ve marifetteki derinliğine hayran kaldı. Mest oldu. İçlerinden biri:

“Ey Allah’ın peygamberi, şu yeryüzünde senden daha alim bir kimse var mı?” dedi. Hz. Musa:

“- Böyle bir kimse bilmiyorum.” dedi. O esnada kendisine vahiy gelerek:

“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyuruldu.

Musa -aleyhisselâm- arkadaşı Yûşa bin Nûn -aleyhisselâm- ile acele olarak sefere çıktı.

Musa -aleyhisselâm-, kendisine vahy ile işaret edilen zatı, bir kayanın üzerinde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selam verdi:

“- Ben Musa’yım” dedi. Hızır da:

“- Demek ki Benî İsrail peygamberi olan Musa sensin!” dedi.

Musa -aleyhisselâm-:

“- Bana Allah -celle celâlühû- tarafından bildirilen insanların en çok bileni sen misin?” diye sordu. Hızır cevaben:

“- Ya Musa, Allah -celle celâlühû- bana bir ilim vermişdir, o sende yoktur. Sana bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.

Musa -aleyhisselâm-, Hızır aleyhisselam’dan bu ilmi telakkî etme arzusunu bildirdi. Zahiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acaib ve garâibden görülen bazı hakîkatlerin hikmetini ondan öğrenecekti. O meşhur yolculuğa çıktılar…

Mevlana -kuddise sirruh-, bu hadisenin ibret ve hikmet dolu noktalarına dikkat çekerek şu şekilde anlatır:

“Ey kerîm olan kimse! Bu manevî iştiyakı, “kelîmullah” olan Hz. Musa’da gör! Bak kelîm olan Musa -aleyhisselâm- ne diyor;

“Bunca makama sahib olduğum halde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rühuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.”

Hz. Musa’nın Hızır’ı aramaya kalkması üzerine kavmi dediler ki:

“Ey Musa, sen kavmini bırakmışsın, senden daha aşağı mertebede bir zatın izine düşmüşsün!”

“Sen ise “havf” ve “reca”dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar, ne zamana kadar arayacaksın?”

“Aradığın sende… Bunu sen de bilirsin. Ey sema kadar yüksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?..”

“Musa -aleyhisselâm- kavmine:

“Ne olur Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilaliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yani benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makamındadır.” dedi.”

“Hz. Musa devamla:

“Ben zamanın sultanı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.”

“Hakîkat ve marifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Ta ki; ona kavuşayım..”

“Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?” dedi.

Hz. Musa’nın sıfatı kelîmullah, yani Allah -celle celâlühû- ile konuşandır. Allah Teâlâ, Hz. Musa ile konuştuğu zaman ezel-deki sıfatı olan “kelam” ile konuştu. O’nun sıfatlarından hiçbiri yaratılanların sıfatlarına benzemez. O bilir; bu biliş, bizim bilişimiz gibi değildir. Kudret sahibidir, o da bizim kudretimiz gibi değildir. O konuşur, bizim konuşmamız gibi değil!.. Biz, dil gibi bir alet ve harflerle konuşuruz. Allah -celle celâlühû- bundan münezzehtir. Harfler mahluktur. Allah’ın kelamı ise, mahluk değildir. Harfsiz ve haletsizdir. Musa -aleyhisselâm-, Allah -celle celâlühû- ile konuşurken yanındaki 70 kişi ve Cebrail -aleyhisselâm- bu konuşmayı fark ve idrak etmediler.

Mevlana -kuddise sirruh-, ledünnî ilmin ilahî bir nasîb olduğunu, bunun ancak kaibî istidadı olanlara lütfedildiğini şu şekilde ifade eder:

“Ya’kub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü fevkaladelik, kendine mahsus idi. O nuru görmek Yusuf’un biraderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül alemi Yusuf’u görmekten ve anlamaktan uzak idi.”

“Ruhun gıdası aşktır. Canlarınki ise açlıktır.”

“Yakub’da Yusufun bir cazibesi vardır. Bundan dolayı Yusuf’un gömleğinin kokuşu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrum idi.”

“Çünkü Yusuf’un gömleği kardeşinin elinde iğreti idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hz. Ya’kûb’a teslîm ile mükellefti. Yani o gömlek, kardeşinin elinde, esirci elinde bulunan bir mutena cariye gibiydi. Esircinin nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına aiddi.

“Çok alim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hafızıdır da, Allah’ın habîbi olamamıştır.”

İmam-ı Gazalî ve Abülkadir-i Geylanî gibi zatlar, önce zahirî ilmin zirvesine ulaştılar. Lakin gaybî inceliklere ve Allah’a giden hassas, ince, nazenin yola kaibî derinliklerinin içinden ve çok sonra ulaşabildiler. Hakk dostu oldular. Allah -celle celâlühû-, kendi zatî hususiyetlerini ve sırlarını onlara ve onlar gibi olan bazı müstesna yaratılıştaki insanlara faş etti. Onlar da kendisi ile meşgul olmaya mani olan bütün engelleri yok etti. Cesedleri zikir, mücahede, musahabe ve murakabe ile nûra inkılâb etti. Müşahedeye ve esrara nail oldular. Allah Teâlâ, bu gibi şeyleri, ezelde kendisi için seçtiği kimselerden ve dost edindiği kullardan başkasına ihsan etmez.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

“Ebûbekir çok namaz kıldığı ve çok oruç tuttuğu için sizden üstün değildir. O’nun size üstünlüğü, kalbindeki ta’zîm hissindendir.”

Bu neviden bir çok ayette, velî kulların kalplerinde buldukları ihsan duygusu ile mahzun olmayacakları ve altından ırmaklar akan cennetlere nail olacakları bildirilir.

Ebû Hureyre’den rivayet olunan bir hadîs-i şerîfde:

“İlimlerden bazı gizli olanlar vardır ki, onları ancak “arif-i billah” olanlar anlar. Bu ilimden bahsettikleri vakit onları, ancak kendilerini beğenen, mağrur güruh techîl eyler (cahil görür). Sakın, Hakk Teâlâ’nın kendi fazlından ilim verdiği alimleri küçük görmeyin! Çünkü Hakk Teâlâ, onlara, o ilmi verirken onları küçük görmedi.” Buyurulur.

Gazalî -kuddise sirruh-, batın ulemasının zahirî alimlerle ilişkisini şu misallerle anlatır:

İmam-ı Şafî -radıyallâhu anh-, Şeybanî Raî’nin -kuddise sirruh- önünde talebe gibi diz çökerdi. Kendisine:

“Ey imam, sen nerde, Şeybanî nerde? Bu hürmetin sebebi nedir?” denilince İmam-ı Şafî (rh a.):

“Bu zat, bizim bilmediğimizi bilir ” cevabını vermistir.

Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Muaz, bazı meseleleri Ma’rûf-i Kerhî’ye baş vurup ondan sorarlardı. Bunun sebebi kendilerine sorulunca, ashâbın:

“Ya Rasûlallah, kitap ve sünnette yoksa ne yapalım?” sualine, Hz Peygamber’in

“Onu salih kimselerden sorun! Onların istişaresine arz edin!” hadîs-i şerîfini misal verirlerdi.

Muhakkak ki, batınî alimler, görünmeyen alemin sırrı ile doludurlar

Cüneyd-i Bağdadî’ye, Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-:

“Allah, seni ilk önce zahirî ilimlerde muvaffak etsin Ondan sonra sufî kılsın!” diye dua ederlerdi Ayrıca Haris b. Esed el-Muhasibî ile sohbet edip kendisinden edeb ve ilim almasını tavsiye ederlerdi.

Hz Ömer -radıyallâhu anh- vefat edince, Abdullah b. Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Sahabi de kendisine:

“Daha içimizde alimler var!” dedi. O da:

“Ben marifet ilminden bahsediyorum.” dedi.

İlim, umumiyetle zahirî bilgilere denir. Akla, nakle ve dış tecrübeye dayanır. Marifet veya irfan ise, keşfe, ilhama ve iç tecrübeye dayanır.

Sûfîlere göre insanın öz sıfatı bilgisizliktir.

Âyetlerde insana çok az bir ilim verilmiş bulunduğundan ve insanın çok cahil ve çok zalim olduğundan bahsedilir.

İlim, Allah’ın sıfatıdır. Kul, Allah’ın verdiği az bilgilere Allah’dan ilave olarak “ihsan” gelmesi ile arif haline gelir. Marifetten, yani Allah’ı tanıyabilmekten hisse almağa çalışır.

Akıl, sırf kendi başına kemal ölçüsünde bulunsa bile Allah’ı layıkıyla tanımaya yetmez Çünkü akıl, insan için bir alettir insan, ancak bu aletle kendisini tanıtanı tanır. Allah’ı da ancak eserleri ile tanıyabilir Hakk Teâlâ, rûhlara ezelde:

“Ben kimim?” diye sormadı;

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!” diye sordu.

Akılla, nefs tezkiye olunamaz. Ancak kalb ile olabilir. Ayet-i kerîmede:

“Kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyuruluyor

Müzzemmil sûresinde:

“Rabbinin ismini zikret ve bütün bağlantılardan kesil! Rabbine dön!” (8) buyuruluyor.

İbn-i Atâ şöyle diyor: “Allah -celle celâlühû-, zatını, avama, mahlükatı vasıtası ile tanıttı:

“Develere bakmıyorlar mı? Nasıl yaratılmışlardır?” (Ğâşiye 17)

Havâssa ise, kelam ve sıfatları ile tanıttı.

Sûre-i Nisa, ayet 82: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı?” İsra 82: “Kur’an’da indirdiğimiz ayetlerde mü’minler için şifa ve rahmet vardır.” A’raf180: “En güzel isimler Allah’ındır.”

Ebû Hasan b. Ebû Zerr, Şıblî’den nakleder:

“Tasavvuf, yüce semavî ve ilahî bir ilimdir. Bitmez, tükenmez. Bu ilimden, ancak erbabı istifade eder. Bunu Allah’ın hususî bir ihsanına ve büyük lütfuna nail olanlar bilebilir “

Bu makamlar yaşanmadan ifade edilemez. Bu hali yaşayan sûfîler, “Füsûs” daki gibi zaman zaman rumuzlu kelimeler kullanırlar. Bunun sebebi, kalbî ilimden nasîbi olmayanların kendi kendilerine yanlış anlayıp dalâlete düşmelerini önlemektir!…

İmam-ı Gazalî, Bahauddîn Nakşbend, Muhyiddîn-i A’rabî ve İmam-ı Rabbanî gibi Hakk dostları, dînin inceliklerini, hikmetlerini, müşahhas plandan marifet fezasına götüren müstesna kabiliyetlerdir.

Cennetle mujdelenen sahabîlerin, bu ilm-i marifet sebebi ile hiçliklerini hissederek ilahi saltanat karşısında “havf” halinde bulunduklarını ifade eden rivayetler çoktur. Hz Ebûbekir (r a):

“Keşke kuşların gagaladıkları bir hurma tanesi olsaydım!”

Hz Ömer -radıyallâhu anh- ise:

“Keşke ot olsaydım! Keşke hiç bir şey olmasaydım!” buyurmuşlardır.

Ammar b. Yasir’in Kûfe minberinde “Ben şahidlik ederim ki, o dünya ve ahirette Allah Rasûlü’nün hanımıdır” dediği Hz Aişe-radıyallâhu anhâ-:

“Keşke şu ağaçda bir yaprak olsaydım!” demişlerdir. Nisa sûresinin:

“Kim kötü bir iş yaparsa cezasını çeker!” mealindeki ayeti nazil olunca Hz Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“Belim kırılır gibi oldu, kasıldım kaldım…” buyuruyor Bu zevâtın hallerini böyle ifade etmeleri, Allah rızasına aykırı bir amele sürüklenme endişesinden ileri gelmekte ve Allah Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğünü dile getirmekten, her an huzur içinde bulunmaktan ve haya etmekten kaynaklanmaktaydı (el-İsra-14):

“Oku kitâbını! Bugün sana, iyi hesab görücü olarak nefsin yeter!” buyuruluyor.

Dîni, sadece zâhirî cephesi ile almak, bâtınına, yani ruhî derinliğine inememek, pek korkunç bir hüsrandır. Kişi bilemediğinin düşmanı olur. Sâlihlerin, sâdıkların, fazîlet erbabının muhîtinden ve onların sohbetlerinden uzaklaşıp satırların arasında kalmak, gönül ve vicdan ufkunu daraltır, iç-dış nurları söndürür. Kitap ve sünnetin ince hikmetlerinden ve ehl-i hal kimselerin ruhanî aydınlığından mahrum eder. İnsana Halik Teâlâ tarafından lûtfedilen, hayat sermayesi olan duyguları kaybettirip, nefsinin esîri kılar. Böyleleri, Kainat’a sisli gözlerle bakan gaflet alıkları olurlar.

Mûsâ -aleyhisselâm-, beşerî fırtınalar ve kasırgalar dolu, azgın, maddeye düşkün Benî İsrail kavmine şerîati ikame için gönderilen bir peygamberdir. Hz. Musa Hızır’a:

“Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?” dedi.

Hızır -aleyhisselâm- da:

“Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin!” dedi.

Bu sözlerle Hızır -aleyhisselâm-, Musa’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hal sonunda gerçekleşecek idi. Hz. Musa’nın alacağı ders kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktı. Yani Musa’ya:

“Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususda mâzûrsun. Çünkü bu ilmin kemâli, daha sana verilmemiştir” demekti..

Musa -aleyhisselâm- dedi ki:

“İnşallah beni sabırlı bulacaksın!. Sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım.”

Hızır -aleyhisselâm- dedi ki:

“Eğer bana uyacak isen, ben sana sırrını açmadıkça, hiç bir şey hakkında bana sual sorma! Yani tartışma şöyle dursun, sorup anlamak için bile sorma!”

Demek ki, başka ilimlerde mes’eleyi ortaya koyacak bilginin yarışını oluşturan sual, bu ilimde yasaklanır. Burada talebenin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.

Mesela, Mîmar Sinan’ın ilmî kuvvet ve kabiliyyeti, Süleymaniye Camii inşasında çalışan bütün san’atkârlardan üstündür. Sinan’ın o camideki bir mermerci kadar mermeri işleme san’atını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. O san’atkârlar da Sinan’ın talimatı altındadır. Mermer san’atını işleme inceliklerini ondan öğreneceklerdir.

Hz. Musa’nın hayat hikayesinde bu ilmin, kendisine yalnız Hızır -aleyhisselâm- ile görüşmesi netîcesi değil, muhtelif vesileler ile de verilmiş olduğunu anlıyoruz.

Bununla ilgili birkaç misal verirsek:

Musa -aleyhisselâm-, Mısır’da iken İsrailoğulları’na, Firavun’u helak ederse, kendilerine “Tevrat’ı getireceğini vaad etmiş, Firavun helak olunca, Allah’dan Tevrat’ın verilmesini niyaz etmişti. Kendisine otuz gün oruç tutması, sonra on gün daha ilave edilerek kırk güne tamamlaması emredildi.

Hz. Musa’nın Tûr’da kırk gece kalmasında şu işaret vardır:

Ehlullahın büyük bir tecellî sabahına ermeleri, geceler gibi karanlık ızdırap saatleri ile çile doldurup marifet şafağına ulaşmaları ile mümkündür. Bütün muvaffakiyyet sabahları, muzdarip gecelerin seherlerinin eseridir.

Musa -aleyhisselâm-, Tûr Dağı’nda hiç ara vermeden savm-ı visal (iftarsız oruç) olarak otuz gün oruç tuttu. Ne acıktı, ne susadı. Sonra Hızır -aleyhisselâm- ile buluşmak üzere sefer emredildi. Seferde henüz yarım gün geçmeden sabrı kesildi, acıktı. Arkadaşına:

“Yiyeceğimizi getir, yiyelim!” dedi.

Çünkü onun Hızır’a gidişi, bir imtihan sebebi ile idi. İmtihan üzerine ibtila eklendi. Mahlukun yanındaki seferde yarım günde acıktı. Fakat Tûr’daki Allah’a kavuşma, O’nunla konuşma seferi idi. Bulunduğu yerin heybeti, O’na yemeği, içmeği unutturdu. O’nu Allah’dan başka herşeyden alıkoydu.

Ulü’1-azm bir peygamber olan Hz. Musa’nın, Hızır’a ledunnî ilmi tahsîl için gönderilmesi, çok câlib-i dikkattir. Musa -aleyhisselâm- için o an ledunnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmesi bir nakîse değildir. Ancak Hz. Musa’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, Allah -celle celâlühû- ilminden Hz. Musa’ya verilmeyen bir ilmin bulunduğu anlatılmış oluyor. Bu ilim, sonradan kendinden daha aşağı mertebedeki Hızır vasıtası ile veriliyor ki, bu da peygamberlerin dahi ilahî ilim karşısında acz içinde olduklarını bildirmek, hem de Hz. Musa’nın ve Hızır’ın sahib oldukları müşterek ilmin, gelecek olan zü’l-cenahayni (Dünya ve ahiret bilgisi geniş olanı) göz önüne getirmeği telkin ile Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘ın makamının en mükemmel makam olduğunu bildirmek içindir.

Ya Rab! Bizleri, kalbleri nûr-i ilahî ile ışıldayan, marifet denizinden nasîb alan, lütuf ve kerem tecellîlerine mazhar olan kullarından eyle!

Amîn..

SABREDİN!!!

Sabredin!
Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olmaz...

Üzüntünün kışı, yerini sevincin yazına bırakacak buna güven. Tıpkı sabahın en parlak ışıklarının her zaman gecenin koyu karanlığını takip edişi gibi.

☝️Selam olsun Mehdi (a.s.)'ın ruhaniyetine.. Selam olsun Reis'e ve askerlerine.. Selam olsun..☝️

Bütün dostlarıma selam ve dua ile..

RİCALİ GAYB

RİCALİ GAYB
Şeyh Alâüddevle Semnanî şöyle der:
— Gaybda üç zümre müşâhede ettim. Gönlüm onlara meyletti. Selâm verdim. En güzel şekilde cevap verdiler ve en güzel şekilde ‘Merhaba’ dediler. Sözlerinin güzelliğini, hâllerinin sıhhatini çok beğendim. Onların mensubiyetlerini araştırdım, dediler ki: ‘Biz sufileriz. Yedi tabakamız vardır: Tâlibler tabakası, müridler tabakası, sâlikler, sâirler, tâirler, vâsıllar tabakası. Yedincisi kutub’dur ki, her zamanda bir tane bulunur. Onun kalbi Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in kalbi üzredir. Abdâl’ler kutbunun kalbi de İsrâfil’in kalbi üzredir. Aynı şekilde gökte de güney kutbu ve kuzey kutbu olmak üzere iki kutub vardır. Güney kutbuna en yakın yıldız Süheyl yıldızıdır. Kuzey kutbuna en yakın yıldız da kutup yıldızıdır. Allah aynı şekilde yeryüzünde de iki kutub koşmuştur. Her birine de mertebeleri yakın etmiştir. İrşad kutbunun mertebesi Süheyl yıldızının mertebesidir. Işığı ve faydası bakımından en büyük yıldız budur. Abdâl’ler kutbunun mertebesi de kutup yıldızının mertebesidir. Bu da insanların çoğunun gözlerinden gizlidir.
Abdâl’ler, üç yüz altmış kadardır.
Bunların eşleri, çocukları, geçimleri malları, mülkleri vardır.
Hazreti Peygamber’den rivâyet edilen bir sahih hadiste:
— Hiçbir peygambere bana edildiği kadar ezâ edilmemiştir, buyurmuşlardır.
İnsanlar peygambere ettikleri gibi, bunlara da hased ederler, ezâ ederler. Bunlar halkı Hakk’a çağırma hususunda peygamberlerin halifeleridirler. Bunları hiçbir kimse hakkıyla tanıyamaz. Ancak kalblerini Allah’ın nurlandırdığı kimseler tanırlar. .Bunlar “el Mürid” isminin delâletiyle bilirler. O bunları basiret gözünü aydınlatıcı nur ile tanır. Onlar kendi kubbeleri, yani örtüleri altındadırlar. Bunlardan her birinin insanlık gereği olan şeylerden kubbeleri vardır ki, bu suretle yabancıların gözlerinden gizlenirler. Kim irşad kutbunu ve halifesini bilirse, müridler zümresine dahil olur.
Abdâl’lerin altı tabakası vardır. Nebi Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in hadisinde buyurulduğu gibi:
— Allah’ın üçyüzleri vardır ki, kalbleri Âdem Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Kırkları vardır ki, kalbleri Musa Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Yedileri vardır ki, kalbleri İbrahim Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Beşleri vardır ki, kalbleri Cebrâil Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Üçleri vardır ki, kalbleri Mikail Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Birleri vardır ki, kalbleri İsrâfil Aleyhisselâm’ın kalbi üzredir. Birler öldüğü zaman Allah üçlerden birini onun yerine koyar. Üçlerden biri öldüğü zaman Allah onun yerine beşlerden birini, beşlerden biri öldüğü vakit yedilerden birini, yedilerden biri öldüğü vakit kırklardan birini, kırklardan biri öldüğü vakit de üçyüzlerden birini onun yerine getirir. Üçyüzlerden biri öldüğü vakit Allah kullarından birini onun yerine koyar. Allah birçok belâları onlar hürmetine bu ümmetten kaldırır.
Biz bunların varlığına, mertebelerine, tabakalarına, sayılarına yakînen inanırız. Onların tayy-ı mekân, su üzerinde yürümek, uzun mesafeli denizlerden köprüsüz ve gemisiz aşıp geçmek, insanların gözlerinden gizlenmek, dar ve dolu yerde bedenleri başkalarının bedenlerine dokunmamak şartıyla toplanmak gibi kerâmetlerini gördük. Bunların hiçbir kimseye zulmü asla görülmemiş, mecliste Kur’an’ı yüksek sesle okurlarken sesleri duyulmamış, gök ehli arasında şiir söylerken, zikrederken, ağlarken görülmemişlerdir. Bunlar çirkini temize çevirmişler, muhtaçları her zaman kendilerine tercih etmişler, kendileri için sarf etmekten şiddetle sakınmışlardır. Onların yeme, içme, giyinme, traş olma, ahlâk, edeb, arkadaşlık hususlarında sîretleri (yani tuttukları yol), sufılerin sîretleri gibidir. Bana göre, sufiler, bu sîretlerini bunlardan almışlardır. Bunlar, dünyada insanların sâkin oldukları ve dörtte bir miktarında olan yerler içinde beldeleri dolaşırlar.
Bunlar senede iki defa toplanırlar. Biri Arafat’ta, diğeri Receb ayında. Receb’deki toplantıyı nerede emr olunurlarsa orada yaparlar. Onların insanlar arasında büdelâsı (abdâl’leri) vardır. Onlar onları tanırlar, fakat büdelâ onları tanımazlar.
Hazreti Peygamber zamanında Hilâl, büdelâyı seba’dan (yedi abdâl’dan) idi. Onu hakikî vechesiyle kimse tanımazdı. Ancak müslümanlardan her zamanda bir kişi tanır. Bu “bir” olursa Allah’ın emriyle diğer “bir”le sohbet ederler. Ashâb-ı kiram ile Hazreti Peygamber arasındaki bu “bir”, Huzeyfe bin Yeman (Radıyallahu Anh) idi ki Hazreti Peygamberin onlara selâmı, onun vasıtasıyla ulaşırdı. Ashâb-ı Kiram Resulullah huzurunda toplanırlar, hep beraber namaz kılarlar ve dinin esaslarını öğrenirlerdi. Fakat onların her birinin kim ve ne olduklarını Huzeyfe’den başka kimse bilmezdi. Huzeyfe (Radıyallahu Anh) Ashâb-ı Kiram arasında “Resulullah’ın sır dostu” diye bilinirdi. Bunlar peygamberlere uyarak, şeriatlarına sarılıp iki şehâdet kelimesini ikrar ile memurdurlar.
Hazreti Peygamber zamanındaki kutub İsâm el-Karanî idi ki, Üveys el-Karanî’nin amcasıdır. Nebi Sallallahu Aleyhi Ve Sellem zamanında “Allah” ism-i celâliyle tahsis olunan Uluhiyet tecellisinin özel mazharı idi. Üveys el-Karanî de Rahman tecellisinin özel mazharı idi. Bu sebeple Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
— Şüphesiz ki ben Rahman’ın nefesini Yemen taraflarından duyuyorum, buyurmuşlardır. Allah onu vefât ettirdiği zaman namazını İbni Atâ el-Garkî kıldırmıştır. Gark, Mekke ile Yemen arasındaki bir kasabanın ismidir.
Kutuplar, insanlık hususunda bizim gibidirler. Yerler, içerler, hasta olurlar, tedavi olurlar, nikâhlanırlar… Bunlar abdâl tabakasına girmeden evvelki hâlleridir. Çocukları, evleri, malları, mülkleri vardır. Fakat halk zemininden çıkıp ebdâl dairesine girdikten sonra, terkettikleri bu şeylere artık dönmezler. Bu gibi şeylerde tasarruf etmezler. Kadınları ve çocuklarıyla konuşmayı terk ederler. Fakat onları gayet iyi bilirler ve nikâh sünnetine riâyete son derece özen gösterirler. Kendi dairelerine bir bekâr girse, bir hafta içinde evlenmesini temin ederler. Genç, helâlliğinin hakkını verir ve kalben mâsivâ muhabbetini terkeder, fakat ailesi onu tanımaz. Bunlar, Hazreti Peygamber’den gelen sünnetlere son derece riayet ederler. Ben bunların her tabakasına daha onlarla teşerrüf etmeden önce güzel isimler verdim. Seçkin kimseler olarak tanıdım ve tanıttım. Birinci tabakaya “ebdâl” dedim. Çünkü Allah onların yerine şehadet ehlinden bedeller koyuyor. İkinci tabakaya “ebtaal” dedim. Kahramanlar demektir. Üçüncüsü “sebbâh” (yüzücüler), dördüncüsü “evtâd” (direkler), beşincisi “efzâz”, altıncısı “kutub” dur.
Bunlar halk arasında çarşılarda alışveriş ederler, çarşılara girerler, yiyecek, giyecek, ilaç ihtiyaçlarını alırlar. Hiçbir kimseden saklanmazlar. Ancak kendilerini arayanlardan gizlenirler. Evlerinde çok eğlenmezler. Ancak hastalanırlarsa evlerinde kalırlar. Birçok rahatsızlıklarını kendileri tedavi ederler. Hamama gittikleri vakit ücretini verirler. Ebdâl ve ebtaal tabakaları devamlı olarak değişir. Bu tabakaların kardeşleri çoktur. Kutub ise makamında sâbittir. Ömrü uzundur. İlyas ve Hızır Aleyhisselâm’lar birçok vakitlerinde onunla sohbet ederler, saygı gösterirler, hayır dua ederler. Namazda ona imam olurlar.
Hızır Aleyhisselâm onların paralarının sarfedicisidir. Yiyecek, giyecek ihtiyaçlarını temin eder. İlyas Aleyhisselâm’ın ve ashâbınınkini de aynı şekilde temin eder.
İlyas, Hızır’ın dedesinin amcasıdır. Hızır ona hizmet eder. Hızır Aleyhisselâm Kutbül ebdâl’dir. Ashâbı ona, tilmizlerin üstadlarına hürmet ettikleri gibi hürmet ederler. O uzun boylu ve başı büyükçedir. Az konuşur. Devamlı murakabe hâlindedir. Vekarlı, temkinli ve heybetlidir. Nice ilimlerin ve mârifetlerin sahibidir. Açık kerametleri çoktur. Hazreti Mustafa’nın şeriatına tâbidir. Onun sünnetine hakkıyla riâyet eder. İlyas ve Hızır Aleyhisselâm’lar, insanları bugün de sünnetine uyarak, emir ve yasaklarına hakkıyla riâyet ederek Hazreti Mustafa şeriatına davet etmektedirler. İlyas ve Hızır’ın varlığını inkâr eden cehâletinin fazlalığından, peygamberiiklerini inkâr eden de bunlardaki nübüvvet mührünün noksanlığından dolayı, ihtiyat ederek, aklının azlığından inkâr eder. Bunlar şehâdet ehlinden, Ricâl-i Gayb’dan olmayanlardan bazılarıyla da Allah’ın emriyle sohbet ederler.
Hızır Aleyhisselâm’ın üç sıfatı vardır: Abdiyet (kulluk), Allah’ın dininden verilmiş bir rahmet ve ledünni ilme sahib olmak. Kitab-ı Mübin buna: “Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona indimizden bir rahmet hediye etmiş, ledün ilmiyle de bilgilendirmiştik” (Kehf, 65) ayet-i celilesiyle işaret eder.
O, sık sık hastalanır. Kendi kendisini tedavi eder. Allah Teâlâ onun dişlerini Hâtemül Enbiyâ Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in dünyaya teşrifınden evvel beşyüz senede bir yeniler, vücuduna ayrı bir kuvvet verirdi. Hâtemül Enbiyâ’dan sonra ise yüz yirmi senede bir yenilemektedir. Ecelinin tamamlanması da, Allah’tan ümit ederiz ki müslümanların işinin düzelmesi, “iyiliği emretme, kötülükten sakındırma” sancaklarının bütün âlemden çekilmesinden sonra olur.
Hızır Aleyhisselâm güzel ahlâklı, eli açık, halka gayet şefkatli, bol sadaka veren, Allah’tan kendisine bir ikram olarak kimya (alşimi) ilmini bilen, Allah’ın bildirmesiyle dünya hazinelerini bilen, ihtiyacı olanları Allah’ın emriyle kendisine ve hizmetinde bulunan on arkadaşına tercih eden, Allah’ın emriyle yeryüzünü dolaşan örtülülerdendir. Yine onların, yukarıda ebdâlin hâlini anlatırken zikrettiğimiz şekilde, gözle görülen birçok kerametleri vardır.
Hızır Aleyhisselâm’ın evlilikleri çoktur. Evlâdı da çoktur. Bugün yeryüzünde evlâdı kalmamıştır, izdivacı da terk etmiştir. Evlâdı ve eşleri onun Hızır olduğunu bilmezler. Nikâh akdi esnasında kadıya, “Ben Mağrib’liyim” der, eşi kendinden evvel vefât eder. Mirasını muhtaçlara dağıtır. Çarşılara girer, insanların içine dalar, tellal kılığında insanlarla alışveriş eder. Çoğunlukla Mina ve Arafat’ta bulunur. Yemesi ve uykusu azdır. Güzel sesi sever.
Semâda büyük vecd sahibidir. Bir gündüz ve bir gece mânevi sarhoşluk hâlinde kaldığı çoktur. Bazı salihlerin meclislerine girer ve Allah’ın emriyle onlarla sohbet eder. Bazı vakitlerde onlara para ve elbise gibi şeyler verir, binek verir. Bazen borçlanır, elindekileri rehin bıraktığı olur. Kısacası, bu gibi halleri ve kerametleri çoktur.
Birçok haller vardır ki, sadece ona mahsustur. Fârs evlâdındandır. Şiraz’a iki fersah mesafedeki bir beldede doğmuşur. Bu belde bugün Sebha diye bilinir. Peygamber Efendimiz’e vahiy gelmeden önce ve geldikten sonra kendini tanıtmadan sohbet eylemiştir. Nebî Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, ondan birçok sözler rivayet etmiştir. Meselâ: “Bir kimse eğer kendi görüşünü beğenerek ısrarla sarılmışsa ona hüsran olarak kâfidir, zararı tamamdır.”
Yine: “Kim Allah Muhammed’e salât etsin, derse, Allah muhakkak onun kalbine hayat verir, yardım eder ve kalbini nurlandırır.”
Yine Hızır Aleyhisselâm şöyle demiştir:
“Ben ve İlyas bin Sam, İşmûil ile beraberdik. (İşmûil de Beni İsrâil peygamberlerinden biridir.) Düşmanları onu denizin bir tarafına sıkıştırmışlardı. O ashâbına dedi ki: ‘Allah Muhammed’e salât etsin deyin. Bunu devamlı olarak söyleyin.’ Ashâbı bunu ve tekrar etmeye devam ettiler. Düşmanları hezimete uğrayıp denizde boğuldular. Bütün bunlar bizim huzurumuzda oldu.”
Hızır Aleyhisselam ve ashabı, vecd sahibi oldukları için çok ağlarlar. İyisiyle kötüsüyle bütün insanlar, onu severler. Onları sevdikleri için fakir ve miskinleri gözetirler, yardım ederler. Peygamberleri de ancak bunların ashâbı ve talebeleri severler. İnsanların kalblerine işleyen bu Hızır, İlyas ve ebdâl sevgisi, onların insanların gözlerinden gizlenmeleri sebebiyledir. İnsanlar onların kemâlâtını (olgun hallerini) işitirler, fakat hallerini, tavırlarını görmezler. Görmez misin ki insanlar bir zamanlar hayatlarında ezâ ettikleri şeyhlerin kabirlerini, şimdi nasıl ziyaret ediyorlar? Birçokları kendi zamanlarındaki peygamberlere de böyle ezâ etmişlerdir.
Hızır Aleyhisselâm ile kutbun, zâlim elinden mazlumu çekip kurtarırlarken türlü ezâlara uğradıkları çoktur. Bunun misâllerinden birisi: İki hammal Medîne-i Münevvere’de taşla kavga ettiler. Taş da Hızır Aleyhisselâm’ın başına isabet ederek, mübarek başını yardı. Soğuk da aldığı için üç ay kadar yarası iyileşmedi. Nebî Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’den rivayet edilen sahih hadiste: “İnsanların en çok belâya maruz kalanı nebîlerdir. Sonra velîler, sonra onlara en çok benzeyenler, sonra onlara en çok benzeyenler,” buyurmuştur.
Allah’ım, bizleri afiyet içinde yaşat, afiyet içinde vefat ettir. Büyük fazlın ile afiyet içinde haşret

30 Aralık 2015 Çarşamba

AMAN YA RABBİM

Bunu hangi ressam çizebilir; aman YA Rbbim ne güzellik..!

BARONLAR HEDEFLERİNE DOĞRU İLERLİYOR!

BARONLAR HEDEFLERİNE DOĞRU İLERLİYOR!

Türkiye,Suudi Arabistan,Rusya ve İran 2016 yılında açıktan Suriye üzerinde savaşaçaklar ve Küresel Baronlar hedeflerine bu şekilde sonunda ulaşmış olacaklar! Bu ülkelerin alt ve üst yapıları yeni dünya düzeni için yıkılması gerekiyordu bunuda Suriye üzerinden çıkaracakları savaş ile halletmek istiyorlar!

HAYIRLI AKŞAMLAR DOSTLARIM

Hava gri ve soğuk olsa da, mutlu, huzurlu ve keyifli akşamlar diliyoruz dostlarımıza..

İÇSEL SEVGİ

“Şu anda dünyayı kuşatan enerji dalgası, sizin bir sonraki tekamül adımını spirituel varlıklar olarak atmanıza yardımcı olmak içindir. Sizler, hızla uyanıp gücünüzü üstlenmeye ve bu sürece yardım etmeye başlıyorsunuz. 

Bu enerji dalgası tüm gezegende büyüyüp güçlenmektedir. Dalga dediğimiz şey, bir liderin veya gurunun takipçisi olma kalıbından, bireysel güçlenme kalıbına geçmekle ilgilidir. Şimdi kökeninizi hatırlayarak, her adımı tamamen kendi içsel gücünüz içinde atmanızın zamanı gelmiştir.

Bireysel güçlenişin dalgaları hızla oluşmaktadır ve yakında tüm gezegeni kaplayacaktır.

İnsanlar, yaklaşan ve  varlığını artık açıkça belli eden Yüce bir Işığın özlemi içindeler… 

Tohumları herkesin içine ekilmiş olan bu Işığı hissedenler, yerlerinden birer ok gibi fırlayıp vazifelerini hatırlayıp, idrak etme yolundalar..

Benliğini keşfeden insana ne mutlu, çünkü O;  içsel sevgiye sahip olacak, kimseye bağımlı olmayacak, kendi yaşamında doyum bulacak ve varoluş amacını idrak ederek büyük bir Enerji Feneri  olacak…

"Işıltınıza sahip çıkın!...”

YÜREĞİMİZDE ARAYALIM

"Geçmişin içinden bugüne yansıyan hırslar, korkular, egolar bu bölünmüş dünyayı ve parçalanmış toplumları, ufalanmış gelişmemiş ilkel zihniyetleri oluşturmakta. 

Dünyamızda negatifliğe ve korku ilüzyonuna yakalanmamamız ve merkezimizde kalmamız çok önemlidir.

Bölünme yerine, yükselerek Bir’leşmenin ve Bir’leştirici olmanın fikri ve felsefi değerleri ile anlamlarını Öz’ümüzden bilincimize ve idrakimize çıkartmanın ve bunu eyleme geçirmemizin zamanı geldi artık. 

Bu kaos ve cehennemden çıkış yolunu, yalnız ve yalnız kendi içimizde, yüreğimizde arayalım. Arayışımızın yaratacağı aydınlık yolda kendi Işığımızla, niyet ve inançlarımızla ilerleyelim...

Cehennem ateşi içinde Aşk ateşini tanımak kolay değil!..
Sevgiyle filtrelenmiş gözlerle bakarak, şefkatle dolu bir kalple hissederek ve korku veya yargılama ile kararmamış bir zihinle işlev yaparak en yüksek anlayış seviyesinde olmaya gayret edelim.

Yüreğimizdeki 'Sevgi'ye odaklanalım ve sadece onu takip edelim, çünkü 'Yaradan' bize bu şekilde rehberlik eder..

Unutmayalım Işık dostlarım, Ant verdik dünya planına gelmeye, Biz güçlüyüz, Işığımızı yerleştiririz bu karanlığa diye!.. 
Hep Bir'likte, Sevgi'nin ve Işığın dönüştürücü titreşimleri ile Dünyadaki en karanlık köşeleri aydınlatalım... 

En yüce Yaratıcı’nın İlahi bir kıvılcımı ve Güneşi olduğumuzu bir an için bile asla unutmayalım!. 

Işıltımıza sahip çıkalım!...”


ALLAH (c.c.) GÖNÜL GENİŞLİĞİ VERSİN!

* "Allah gönül genişliği versin" eskilerin sıkça yaptığı bir duadır. 
* Bireyselleşmeyle, daha açıkçası ben-merkezlileşmeyle orantılı olarak gönlümüz de daralıyor.
*Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın "Mutluluk Psikolojisi" adlı kitabında anlattığı bir hikaye gönül genişliğinin gündelik hayattaki yansımasını vurgulamakta:
* "Bilge bir zatın talebesi sürekli her şeyden yakınıyor, şikâyet ediyor, karamsar davranışlar sergiliyordu. Söylediklerinin çoğu belki haklıydı. Bilge kişi sürekli onu izliyordu.
Bir gün bir avuç tuz aldı, bir bardak su ile karıştırdı. İçmesini istedi; öğrencisinin ağzına almasıyla çıkarması bir oldu.
- «Neden tükürdün?», dedi bilge hoca. Öğrencisi:
- «Çok acı» diye cevap verdi.
Hocası onu aldı, köyün kenarında bulunan bir göle götürdü. Aynı miktar tuzu göle attı. Gölden bir bardak su aldı ve öğrencisine içirdi.
- «Nasıl olmuş?» diye sordu.
- «Çok nefis» diye cevap aldı.
Bilge kişinin yorumu şöyleydi:
- «Bak evlâdım! Hayattaki zorluklar bir avuç tuz gibidir, onu engin bir gönülle karşılarsan sana zarar vermez. Sarayda kederli, zindanda mutlu olmak sana bağlıdır.”

AŞIK OLAN ZATEN ALACAĞINI ALMIŞTIR

Aşık, Allah'a  doğru Allah'ın isimleriyle yürümelidir. Her kalp sahibi anlayışlı değildir;her kulak sahibi işitmez; her bakan görmez . İnsanın gönlüne Hak makâmından kopmuş bir nûr düşerse o kişi emsaline karşı yükselmiş olur. En çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır.
Şöyle ki: Âşık olan zâten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir, hep o verecektir.

29 Aralık 2015 Salı

ANLAMI UNUTUP İSME/ŞEKLE TAKILANLARIN HİKAYESİ

ANLAMI UNUTUP İSME/ŞEKLE TAKILANLARIN HİKAYESİ
Bilgili biri, hikâye yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır. 
   Meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne ölür!” der. 
   Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca ve meyvesine âşık olur. 
   Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere divan adamlarından bilgili birisini Hindistan’a yollar.

Adamcağız yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.
   Bulmak için şehir şehir gezer, ne ada bırakır, ne dağ bırakır, ne ova bırakır! 
   Kime sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder. 
   Niceler alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı, 
   Senin gibi zeki ve temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?” derler.

Ona alay yollu ettikleri bu riayet de ayrı bir tokat hattâ bu eni konu tokattan da beter! 
   Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir iklim olan filân iklimde, 
   Falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek yüce, pek korkunç.. her dalı koskocaman” derler. 
   Padişah adamı, kimden ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.
   Orada nice yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur.

 Gurbet diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet âciz kalır. 
   Ne maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey! 
   Ümit ipi üzülür, aradığını aramaz olur, usanır.
   Padişah yanına dönmeye niyet eder, ağlaya, ağlaya yola düşer.

Şeyhin o mukallit talibe,o ağacın sırrını anlatması

   Meğerse o nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi, kutuplardan âlim bir şeyh varmış.

3660. Nedim ümitsiz bir halde “ Önce onun tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim. 
   İstediğimi bulamadım, ümidim kesildi. Bâri duası yoldaşım olsun” der; 
   Gözleri yaşlı bulut gibi yaş döke, döke Şeyhin huzuruna varır. 
   “ Şeyhim,acımanın, esirgemenin tam zamanı. Ümidim kesildi.. lûtfedecek an, bu an!” der.
   Şeyh, “ Ümitsizsen bile söyle. Matlûbun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar.

Nedim, “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi. 
   Ama nasıl ağaç? Âlemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, Âbıhayatın aslı. 
   Yıllardır aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar, benimle eğlendiler, beni alaya aldılar.. işte o kadar!” der. 
   Şeyh gülümser de der ki: “Ey sâf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.
   Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi Âbıhayattır!

Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. 
   Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! 
   Hulâsa o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassası, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır.
   Tektir ama binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek. 
   Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.

Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir.. diğer birine lûtfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir. 
   Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen âmadır, öbür vasfını bilmeyebilir. 
   Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur. 
   Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin? 
   Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

Halkın ihtilâfı addan meydana gelir. Fakat mânaya ulaşınca rahatlaşırlar.

Mevlana, Mesnevi, II/3641-3680


VAVSIZ EVLİYA

Tasavvuf literatüründe “vav’sız evliyâ” diye bir kavram da vardır ki; “evliyâ” kelimesindeki vav atılınca geriye kalan “Eliya” kelimesi bir Hıristiyan adıdır. 
Sûfiler,  evliyadan olduğunu öne süren, boş iddiada bulunan, ancak davasını manaya ulaştıramayan, hareket  ve halleri evliyanın hareket ve hallerine benzemeyen şekilci hırsızlara “vavsız evliya” derler. 

(Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 2005, s. 693)

ESMALARIN TEZAHÜRLERİ

Allah'ın her bir isminin zikrinin insan kalbi üzerindeki etkisi farklıdır. Bunun için Sûfiler dervişin kalbinin durumuna göre belirli isimler üzerinde yoğunlaşmasını isterler. Örneğin: 
* Yol gösteren anlamına gelen el-Hâdî ismi, zikir için Allah'a yönelen mürit için etkili olur.
* İnce, merhametli anlamına gelen el-Latif, yumuşak huylu olmak için inzivaya çekilen mutasavvıf tarafından okunmalıdır.
* Koruyup, gözeten anlamına gelen el-Hafîz, tasavvufi halini korumaya çalışan kişi tarafından okunmalıdır.

İbn Ataullah İskenderi (Sûfi ö. 1309)


RIZA

Rıza, insanın ahlaki derecesinin hangi seviyede olduğunu kişiye hatırlatır.
Çünkü insan, kaza anında isyan etme veya Allah’tan gelene sabır gösterme durumunda kalır.

Eğer bir kişi işlerin akışının Mevlâ’ya bağlı olduğunu ve insanların rızasıyla olmadığının farkında olursa kurtuluş ve zenginliği yakalamış olur.
Çünkü rıza Mevlâ’nın en büyük kapısıdır.

Kişi, Allah’ın seçimine razı olması halinde yani Mevlâ’dan gelene rıza gösterdiği takdirde,
Allah onun hüznünü azaltacağı gibi, ona kalbi güzelliklerde hediye etmektedir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı / Marifetname

SABRETKİ HER ŞEY GÖNLÜNCE OLSUN!!!

Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenme,
Sen dağları seyret.
Yenik düşüyorsan özlemlerine, aldırma,
Kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hisset.
Işıklar sönmüşse ve karanlıksa,
Ona da aldırma,
Ayışığını seyret.
Sabret!
Sabret ki herşey hissettiğin kadar,
Derin ve sonsuz olsun.
Sabret ki herşey,
Gönlünce olsun...

-Hz. Mevlana-


DUA RAHMETTİR

Kalbiniz yumuşadığında duâ etmeyi fırsat bilin. Çünkü bu hâl, rahmettir.

[Camiüssağir, No:1211]

RUHUN ŞİFASI HAKKANİ MEŞK kitabı;


RUHUN ŞİFASI HAKKANİ MEŞK kitabından; (Ahmed Güneş Kasranoğlu)

TASAVVUFTA CEZBE HALİ MECNUNLAR VE MECZUPLAR

Tasavvufta:
“Rahman’ın cezbelerinden (kendine manen çekmesi, yaklaştırması) bir cezbe hali ins ve cinnin amelinden hayırlıdır.” Sözü vardır. Cenabı-ı Hakk’ın kulu kendisine manen çekişi; yüzlerce, binlerce sene ibadete bedel olur.

Mü’minler derecelerine göre meczuptur. Eğer Cenab-ı Hakk tarafından cezbe yoksa kulluk yapmanın; emirlere, yasaklara riayet etmenin imkanı yoktur..
 
Kıbleye arka dönenler, o cezbeden mahrum oldukları için öyleler!

Ehlullah Hazeratı derecelerine göredir. O büyüklükleri de hep Cenab-ı Hakk’ın cezbesine göre oluyor.

Cezbe tasavvufun kendisinde olan bir ilahi akım halidir..

Seyr-u sülukta meczub ikiye ayrılır.

Salik-i meczub
Meczub-u salik

Efdal olan, salik-i meczub, seyru süluku yani mektebi bitirip sonra vazife alan kimsedir. Bir de Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhariyetle doğuştan meczub olanlar vardır.

Bir de mecnun var. Meczub, Allah (c.c.) delisi, ya doğmadan, ya doğunca Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i cemaline mazhar olmuşlar, o tecelli altında akıllarını kaybetmişler ve bunların akılları Cemalullah’ı görünceye kadar, başlarına gelmez ve bunların derecelerine kimsenin aklı da ermez.

ÖNCE PROBLEMLE YÜZLEŞ!!!

Problemlerin hakkında bana söyleyeceğin her şeyi dinledim.
Bana "onlar hakkında" ne yapmak gerektiğini soruyorsun.
Bence senin asıl problemin insan türünün bir üyesi olman.
Önce bu problemle yüzleş.

İdris Şah Sufi (ö. 1996), Seçme Mesel ve Düşünceler


GAVS ABDULKADİR GEYLÂNİ'NİN (k.s.) ŞEYTANA GALEBESİ

Şeyh Abdukadir Geylân'nin Şeytana Galebesi

Şeyh Abdülkadir Geylânî başından geçeni şöyle demektedir: "Bir keresinde ibâdet ediyordum. Üzerinde nur bulunan büyük bir arş gördüm. Bu nur bana seslendi: "Ey Abdülkadir! Ben senin Rabbinim, başkalarına haram kıldıklarımı sana helâl ettim." Cevap verdim: - Sen, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın öyle mi? Defol buradan ey Allah'ın düşmanı! Bunun üzerine bu nur darmadağın oldu ve kopkoyu bir zulmete dönüştü. Arkasından da şöyle seslendi: - Ey Abdülkadir, benden dinindeki fıkhın (kavrayışın), ilmin ve ulaştığın mertebeler sayesinde kurtuldun. İnan ki, ben aynı şeyle yetmiş kişiyi saptırdım. Abdülkadir Geylânî'ye soruldu: - Onun şeytan olduğunu nasıl bildin? Cevap verdi: - Bana "Başkalarına haram kıldığımı sana helâl ettim" demesinden... Çünkü biliyordum ki, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şeriatı nesholunmaz ve değişmez. Bir de onun "Ben senin Rabbinim" deyip de "Ben, zâtımdan başka ilâh olmayan Allah'ım" diyememesinden..." Ama böyle bir olayla karşılaşanlardan bir kısmı, görünenin bizzat Allah olduğunu sanmışlar ve uyanıkken Allah'ı gördüklerine inanmışlardır. Onların dayanağı müşahede ettikleri şeylerdir. Aslında bu kimseler haber verdikleri hususlarda doğru söylemekte, fakat bunun şeytan olduğunu bilmemektedirler. Bu durum birçok câhil âbidin başına gelmiştir. Bunlardan biri kalkıp dünyada gözü ile Allah'ı gördüğünü sanır ve bunu iddia eder. Çünkü onların birçoğu Allah sandıkları bir şey görmüştür, ama aslında o Şeytan'dır. Birçoğu da bir peygamber, sâlih bir kul ve Hızır (a.s.) sandığı birisini görür ki, aslında bu da Şeytan'dır. Sahih bir hadîste Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kim rüyada beni görürse, beni gerçekten görmüştür. Çünkü Şeytan benim suretime giremez." (Buhârî, İlm 38, Edeb 109) Bu, uykuda iken rüya ile ilgili bir durumdur. Çünkü uykuda görülen rüya gerçek olabildiği gibi, Şeytan'dan da olabilir. Cenâb-ı Hak, rüyada Şeytan'ın Hz. Peygamber'in şekline girmesini engellemiştir. Uyanıklık durumuna gelince, dünya gözü ile artık O'nu kimse göremez. Kim, görülen kişinin bizzat daha önce ölen bir kimse olduğunu sanır ve bunu iddia ederse, bunu cahilliğinden dolayı yapmaktadır. Bu sebeple de böylesi bir durum ne sahabeden, ne de güzelce onların yolunda giden tâbiûndan birisinin başına gelmemiştir.

KURAMLARI İYİ ÖĞREN!

KuramIarı iyi öğren, ancak yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onIarı bir yana bırak.

-Carl Gustave Jung-

İLİM AMEL EDİLDİĞİNDE FAYDALIDIR

İlim yalnızca gereğince amel edildiğinde faydalıdır.
İlmiyle amel etmeyen kişi çevresini aydınlatmak için kendini yakan muma benzer.

Ataullah El-İskenderi, Nefs Terbiyesi, ç. Serkan Özburun
Marmara Medya Y., s.94


İSM-i AZAM

Allah'ın isimlerinden hangisinin İsm-i Azam olduğunu tarih boyunca çok merak edilmiştir. 
Pir Abdülkadir Geylani (ö. 1166) bununla ilgili derin anlamlı bir hikaye anlatır:
Şam’da zatın biri mescitte oturuyordu. “N’olurdu, İsm-i Âzam duasını bilseydim?” dedi. O anda iki kişi yanına gelip oturdular. Biri diğerine sordu:
“İsm-i Âzam’ı bilmek ister misin?”
“İsterim.”
“O halde ‘Allah’ de.”
“Ben bunu içimden her zaman söylerim.”
“Hayır, öyle değil. O’nu söylemek istediğin zaman kalbinde O’ndan başkası olmayacak.”

Abdülkadir Geylani (Kadiri Yolu'nun piri ö. 1166)  Fethu'r Rabbani


KARDEŞLİK!!!

Kardeşlik ve dostluk, nefsin hevâ ve hevesi; muradın ve maksadın hasıl olması için değil, İzzet ve Celâl sahibi Allah için olmalıdır. Ancak bu suretle, edebe riayet ettiği için kulun hareketleri teşekküre şayan olur.

Hucvirî (Sûfî, âlim, ö.1072), Keşfu’l-Mahcûb; Hakikat Bilgisi, 
haz. Süleyman Uludağ, Dergah Y., s. 399


HABER VERİR

Dudak kuruluğu sana sudan haber verir. 
Hem bu ıstırap seni suya çekip yaklaştırır.
İşte bu arayış mübarek bir iştir, Hak yoludur, başka şeylere mani olur.
Bu istek, isteklerin anahtarıdır; bu devletinin, bayrağının nişanıdır.
Bu istek, "Sabah oldu" diye naralar atan horoz gibi haberler verir.

Mevlana, Mesnevî, Cilt III, çev. S. Nahifi, 310;1440


ANSIZIN

Ansızın bir şeker kamışı bitti, filizlendi. Birdenbire böyle bir  hayat, kaynadı, coştu. Ansızın padişahlar padişahından lûtuflar, ihsanlar, sadakalar gelmeğe başladı...Hazret-i Mustafa'nın aziz ve mukaddes ruhunun şâd olması için salâvat getirin.

Hz.Mevlana / Rubailer

NEDEN APPLE ŞİRKETİ ISIRILMIŞ ELMA LOGOSU KULLANIYOR?

NEW YORK`A NEDEN "BIG APPLE" (BÜYÜK ELMA) DENİYOR?

NEDEN APPLE ŞİRKETİ ISIRILMIŞ ELMA LOGOSUNU KULLANIYOR?

28 Aralık 2015 Pazartesi

NOEL TEHLİKESİ


HZ. İSA'NIN (a.s.) DÜĞÜNÜNE BUYURUN

İSA'NIN (as) DÜĞÜNÜNE BUYURUN

Bir gün Hz. İsa (a.s.) şimşekli,Sök gürültülü, sağnak bir yağmura tutulur, sığınacak bir yer arar, uzakta gözüne bir çadır ilişir, yanına varınca içerde bir kadının oturduğunu görür, bu yüzden oraya sığınmak 
istemez.
Sağanak altında yürümeye devam ederken az sonra bir dağda bir mağaraya rastlar, kapısından içeri girmek üzere iken yerde
bir arslanm yattığını görür, eli ile arslanın tüylerini okşayarak Allah'a şöyle seslenir:
"Allah'ım! Her canlıya bir yuva verdin, tek bana bir yuva nasip eylemedin." Bunun üzerine Yüce Allah (c.c.) vahiy yolu ile O'na şöyle bildirir:
"Senin yuvan benim rahmetimin karargâhıdır. Seni Kıyamet Günü kendi kudretimden yarattığım yüz huri ile evlendireceğim, düğününde her bir yılı dünya ömrü kadar uzun olan dört bin yıl ziyafet vereceğim. Bir tellâla, emir vereceğim, şöyle seslenecek: Dünyaya yüz vermeyenler nerede? Dünyadan el-etek çekmiş olan Meryem oğlu İSA'NIN (as) DÜĞÜNÜNE BUYURUN"
Bu vahiy üzerine Hz. Isa şöyle der: 
"Vay, dünyaya tapanların başlarına gelene! Nasıl ölecek,dünyayı ve dünyadaki yaratıkları nasıl bırakacaklar? Dünya onları aldatıp durduğu halde onlar yine de ona hiç bir tereddüde kapılmadan güveniyorlar.O aldanmışlara yazıklar olsun! Nasıl dünya onlara hoşlanmadıkları şeyleri göstermiş, onları sevdiklerinden ayırmış 
ve korktuklarını başlarına getirmiştir.
Ana hedefi dünya ve işledikleri hep günah olanların vay başlarına gelene! Yarın günahları yüzünden nasıl rezil olacaklardır."
İMAMI GAZALİ-ÖLÜM-KIYAMET-ÂHİRET

ÇOCUKLAR MASUMDUR

Çocuklar masumdur. Onun için çocuklarla beraber oturup:
100 kere "Yâ Latîf"
100 tane Bismillahirrahmanirrahim

100 tane salavat getirin.
Bu tertip şimdilik yetişir. Herkes kendi hizmet ve vazifesine devam etsin..

Sultanul Evliya Şeyh Nazım Kıbrısi El Hakkani (k.s.)


HIFZ-I EMAN

Manevi Hıfz-ı Eman !!

Allahu Rabbi
7 defa "Allahu Rabbi, Kefâni Rabbi"
(Rabbim bana yeter)

100 defa "Ya Galiben Gayra Mağlup"
40-100 defa "Allah Zül Celal"
100 defa "Salavat-ı Şerife"
100 defa "Besmele-i Şerife

DERTSİZ DUA SOĞUKTUR!

Dertsiz dua soğuktur, bir işe yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.
Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar.

Hz. Mevlana / Mesnevi


BEN KEFİLİM!!!

Peygamber (a.s.): "Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin; Allah'a da ulaşırsın" buyurmuştur. 

Mevlana, Mesnevi


KUDRET O' NA AİTTİR (c.c.)

Allah, göklerin, yıldızların, insanlarla şeytanların, cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır.
Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı O’dur. Ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri bulunamaz.

Hz. Mevlana / Mesnevi

NE SENDEDİR NE BENDE!!!


  Deme kim Hakk’ı sende mevcûd ola ya bende,
Ne sendedir ne bende sığmaz ol bir mekânda.
  
Niyaz-i Mısri (Sufi Ö.1693)
 


 




SUFİ YOLUNDAKİ YOLCULARININ DERECELERİ

Sûfi Yolu'nda insanlar derece derecedir:
* Muhibb: Sûfi Yolu'nun sempatizanlarıdır.
* Müteşebbih: Sûfi Yolu'ndaki insanlara benzemeye çalışanlardır.
* Mutasavvıf: Sûfi Yolu'nda ilerlemekte olanlardır.
* Sûfi: Sûfi Yolu'nda zirvelere tırmananlardır.

Bunların dışında bir de Sûfi geçinen sahtekârlar vardır ki onlara mustasvif adı verilir.

Sûfi Pir Şihâbüddin Sühreverdi (ö. 1234), Avarifü'l-Mearif

KOZMİK KANUNLAR NASIL İŞLER?

KOZMİK KANUNLAR NASIL İŞLER?

"Kozmik" kelimesi, Yunanca Kozmos kelimesinden gelir ve Kozmos, Türkçe "düzen" anlamını ifade etmektedir. Kozmos kelimesi, günümüzde birçok dilde yaşadığımız kainatı, evreni kastederek kullanılır. Evet, her şeyin bir sahibi olduğuna göre dünyamızın, kainatın ve insanın elbet bir sahibi, bir görüp gözeteni ve bir düzeni bir değişmez kanunu vardır. Herkes farkında olmasa da bu kanunlar, dün olduğu gibi bugün de tıkır tıkır işler durumdadır. Hani birçok evrensel atasözü vardır: «Ne atarsan aşına, o da çıkar karşına...» veyahut «Ne ekersen, onu biçersin.» gibi... Şimdi dünyamızda bu kanunlar, insanlar için nasıl geçerliyse; devletler için de aynı şekilde geçerliliğini koruyor durumundadır. Dünyamızda tesadüf yoktur ve hiçbir şey, tesadüfen yaratılmamıştır. Her zerre ve her olay, Yüce Allah'ın bilgisi dahilinde ve O'nun koymuş olduğu kanunlara göre hareket eder; çünkü O, ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Yüce Allah, Kuran-ı Kerîm'de: «Allah'ın öteden beri süregelen kanunu, (budur). Allah'ın o kanununda asla bir değişiklik de bulamazsın.» (Fetih suresi, 23.) diye buyuruyor.

Öyle anlaşılıyor ki, dünyamızda herkes, bu kanunlardan haberdar değil. Çünkü haberdar olsalar, bu kadar zulüm ve gözyaşı, bu kadar kan, kin ve savaş; dünyamızda olmazdı. Bir insan, geçmiş hayatında "kozmik kanunlar"ı göz önünde bulundurarak hareket etmiş, diğer insanlara karşı sevgi - saygı beslemiş ve bu yönde çalışmalar yürütmüş, helalinden rızkını kazanarak, hastaları ziyaret edip eş dost akrabasını görüp gözetip onlara sevgi - saygı ile yaklaşmış ve onu bir damla sudan yaradan kudrete; yani Yüce Allah'a iman etmişse; inanın o insan, hayatında diğer insanlara vermiş olduğu "kozmik kanunlar" çerçevesindeki enerjiyi ve güzelliği kendi hayatında bulacaktır. Yok eğer o insan, etrafını yakıp yıkarak, diğer insanlara kin ve nefret besleyerek, onların ekmeği ile oynayarak; iftira, yalan ve hileler ile onların ellerinden mallarını gasp ederek, sevgi ve saygıdan uzak ve onu bir damla sudan yaradan Yüce Allah'a isyan ederek geçirmişse; o zaman bu çerçevede "kozmik kanunlar"ı hayatında geriye dönük olarak bulacaktır. Yazının başında yazdığım gibi bu kanunlar, kainatın değişmez kanunlarıdır. Herkes için geçerlidir ve evrenseldir.

Dil, din ve ırk farklılığı fark etmez. Bu kanunlar, herkes için işler durumdadır. Hepimiz, Bir olan Allah'ın kullarıyız ve inanın Yüce Yaradan, hiç kimseye haksızlık etmiyor.

Yüce Allah, Kuran-ı Kerim'de ne diyor: «İman edip iyi işler yapan kimseler ise, -Biz kişiye gücünün üstünde bir şey yüklemeyiz.- cennetin sakinleridirler ve orada sonsuza dek kalacaklardır.» (Enam suresi, 42.)

«İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.» Ankebut suresi Ayet: 2-3

«Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: inna lillahi ve inna ileyhi raciun = doğrusu biz Allah’ınız/Allah’a aidiz/Allah içiniz ve O’na dönücüleriz derler. İşte onlar var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.» (Bakara suresi, 155-157)

Sonuç olarak "kozmik kanunlar", Yüce Allah'ın tüm kainatta değişmez kanunlarıdır ve kainatımızın da bir düzeni vardır. Ne diyelim; Yüce Allah, hepimizi bu "kozmik kanunlar"ı bilenlerden karar versin ve bizleri bu kanunlar çerçevesinde hareket eden ve bu kanunları çiğnemeyen kullarının arasına alsın. Amin...

Selam ve dua ile..




LUCY FİLMİ 2014

2014 YILINDA VİZYONA GİREN "LUCY" ADLI SİNEMA FİLMİNDE LUCY`NİN PASAPORTUNDA 24.08.2015 TARİHİNE VE PENNSYLVANIA- ABD`YE VURGU YAPILMAKTADIR. 
Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=MVt32qoyhi0

MATRİX FİLMİ 1999

1999 YILINDAKİ MATRİX FİLMİNDE NEO`NUN PASAPORTUNDA 11 EYLÜL 2001 TARİHİNE VE CAPITAL CITY İLE (NEW YORK CITY`E) VURGU YAPILMIŞTI.

Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=Q8g9zL-JL8E

İLLUMİNATİ OYUN KARTI "SEİZE THE TİME"

İLLUMİNATİ OYUN KARTINDA "SEİZE THE TİME" (ZAMANI İYİ KULLANIN) DİYE YAZMAKTADIR, DÖRT PARMAKLI BİR EL DÜNYA`YA YAKLAŞAN ÜZERİNDE GÜNEŞ SAATİ BULUNAN BİR GÖKTAŞINA İŞARET ETMEKTEDİR.
ROMA RAKAMI İLE HEMEN ALTINDA XI=9 SAYISI MEVCUT.
SAĞ TARAFTAKİ SAATİN ÜZERİNDE 9-12-3 SAYISI GÖRÜNÜYOR..
BURADA KANLI KILIÇ VE YELKOVANI SLASH YANİ KESİK OLARAK ELE ALIRSAK VE 12+3 İLE TOPLARSAK 9/9/15 TARİHİ ORTAYA ÇIKMAKTADIR.
BU BİZİM KENDİ ANALİZİMİZ.
FAKAT BU KARTIN 24 EYLÜL`E SAATİN ÜZERİNDEKİ SAYILARI 9+12+3 TOPLAYARAK İŞARET ETTİĞİNİ İDDIA EDEN ARAŞTIRMACILARDA MEVCUTTUR, EN DOĞRUSUNU ELBETTE ALLAH(C.C) BİLİYOR.

KÜRESEL BARONLARIN HEDEFLERİ

IRAK,LİBYA,SURİYE,UKRAYNA İÇ SAVAŞLARI ASLINDA TÜRKİYE`Yİ ÇEVRELEME VE İSTİKRARSIZLAŞTIRMA OPERASYONLARIYDI!
600 YIL DÜNYA`YA ADALET DAĞITMIŞ OLAN BİR MİLLETİN TEKRAR AYAĞA KALKMAMASI İÇİN KÜRESEL BARONLAR BÜTÜN GEMİLERİ TEK,TEK,YAKIYORLARDI. 
YANAN HEP OSMANLI TOPRAĞIYDI ÇÜNKÜ ONLAR BİLİYORDU BİRGÜN BU MİLLET AYAĞA KALKARSA ONLAR TEKRAR BU ASİL MİLLETİN ÖNÜNDE DİZ ÇÖKECEKLERDİ.

EL DİABLO ( SATANİST) EL İŞARETİNİN ANLAMI

Dünyada birçok ünlü Politikacı ve Sanatcının yapmış olduğu 
El Diablo (Satanist) el işaretinin gerçek Anlamı: 
"Şeytan ben sonsuz olarak senden yanayım,
Kalbim ve Ruhumla, ben seninim! " demektir.
Bu işaret günümüzde Spiderman Filmi üzerinden çocuklara
kitlesel olarak yaptırılmaktadır.

Kaynak: http://www.whale.to/b/hand.html

İLLUMİNATİ NEDEN 33 SAYISINA VURGU YAPAR?

İLLUMİNATİ NEDEN 33 SAYISINA VURGU YAPAR?

İLLUMİNATİ (ŞEYTANİLER) NEDEN GENELLİKLE İŞLEMİŞ OLDUKLARI CİNAYET VE KARIŞMIŞ OLDUKLARI OLAYLARDA 33 SAYISINI ÖN PLANA ÇIKARIRLAR?
ÇÜNKÜ İLLUMİNATİ İÇERİSİNDE 33`LER MECLİSİ BULUNMAKTADIR VE BU 33 SAYISI BİLENLERE (İNSİDER) BU CEREYAN EDEN VEYA ETMİŞ OLAY 33`LER MECLİSİ`NİN ONAYI İLE YAPILMIŞTIR MESAJINI İLETİR.
33 SAYISI BAZENDE ŞÜPHELİ BİR BİÇİMDE ÖLEN ŞAHSIN ÖLÜM TARİHİNİ TOPLAYINCA ORTAYA ÇIKMAKTADIR.

33 Sayısı hayatın farklı alanlarında görülür.

Amerikan Başkanı John F. Kennedy Dallas`ta 33. Paralelde öldürüldü.
J.F. KENNEDY ölüm tarihi 22+11= 33,  DALLAS = 33.Paralel

Babil imparatorluğu 33. Paralelde bulunan Babile dayanıyordu.

12 Nisan 1945 günü, Cumhurbaşkanı Franklin D. Roosevelt, bir 33. derece Mason, Georgia`da 33. Paralelde aniden beyin kanamasından öldü. 

ABD`nin 33. Cumhurbaşkanı, Harry S. Truman'ın, 33. dereceden mason olduğu gibi, Nükleer Çağı başlattı. İlk Atom Bombasını New Mexico 33. Paralelde patlattı.

6 Ağustos 1945 ABD B-29 bombardıman uçağı 33. Paralelde bulunan Hiroşima, Japonya'ya atom bombası attı. Hiroşima 33. Paralel ve Atom Bombası atış tarihi  6+8+1+9+4+5=33

Kısa bir süre Kaliforniyadaki seçimleri kazandıktan sonra 5 Haziran 1968 tarihinde, ABD'li Senatör Robert F. Kennedy 33. Paralelde bulunan Los Angeles, Kaliforniyada, vuruldu.

Önemli olaylarin 33. paralel üzerinde gerçekleşmesi tesadüf olmasa gerek.

Türkiye`den Örnek verecek olursak:

Örnek: Başbağlar Katliamı 33 Sivil öldürüldü.
Örnek: Bingöl Katliami 33 Asker şehit edildi.
Örnek: Sivas Katliamı 33 Alevi yazar,düşünür yakılarak öldürüldü.
Örnek: Turgut Özal ölüm tarihi 17+4+9+3= 33

Rahmetli Erbakan Hocamız ne demişti?: "300′ler meclisi kararları alır ve 33′ler meclisi onaylar. 13′ler meclisi tasdik eder nihai kararı başkanlık 
divanı verir."  

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Ba%C5%9Fba%C4%9Flar_Katliam%C4%B1

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/24_May%C4%B1s_1993_PKK_pususu

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sivas_Katliam%C4%B1

Kaynak: http://www.timeturk.com/tr/2014/02/05/erbakan-yillar-once-uyarmisti-300-ler-meclisi.html

Kaynak: http://www.astradome.com/serpent_knowledge.htm

IŞİD TERÖR ÖRGÜTÜ KÜRESEL BARONLARIN TRUVA ATIDIR

IŞİD TERÖR ÖRGÜTÜ ASLINDA KÜRESEL BARONLARIN TRUVA ATIDIR VE BU AT İLE BARONLAR ARTIK İSTEDİKLERİ ÜLKELERE RAHAT BİR ŞEKİLDE GİREBİLİYORLAR!